Bazıları sabahları kahveyle değil, kimlik bunalımıyla uyanır. Diş fırçalamadan önce kendine “Bugün normal gibi davranabilecek miyiz?” diye sorar. Çünkü bazı insanlar, sabahın köründe battaniyelerini üstlerinden değil, travmalarını sıyırarak kalkarlar.
Ben mesela, her sabah içimdeki panik butonuna basmadan banyoya gidemem. Kalbim, metro istasyonlarında anons bekleyen bir tren gibi: Hep biraz gecikmeli, hep biraz tedirgin. Ama yine de çantamda yedek bir gülümsemeyle çıkıyorum dışarı. Çünkü toplum, kırık vitrin mankenlerini değil, kusursuz cam bebekleri sever.
Bazen kendimi salatalık gibi hissediyorum; görünüşte serin, içten içe çekirdekli ve biraz da fazla doğranmış. Ama markette hâlâ organik reyonuna konuluyorum. Belki de "normal" olmak, en iyi etiket oyunudur. İçeriği sorgulayan pek yok zaten.
Dışarıdan bakınca sıradanım. Ortalama bir kahkaha, düz bir yürüyüş, yoldan geçenlere selam verebilecek kadar stabilim. Ama içeride? İçeride, bir devrim var. Beynim bazen uzay istasyonu gibi: Sessiz ama milyonlarca sinyal alıyor. Kalbim, ofis yangını. Panik butonlarıyla yaşarken yangın tatbikatı yapmayı öğrendim. Ne var ki, dışarıdan hâlâ “normalim.” Çünkü iyi kamuflaj, hayatta kalmanın ilk kuralı.
Ama umut işte tam burada devreye giriyor. Umut, iç çamaşırına sıkıştırılmış son 20 lirayla ekmek almaya gitmek gibi bir şey. Küçük, sıkışmış ama işe yarar. Bazen o umutla saçımı tarıyorum. Çılgınlığımla mükemmel bir kahvaltı yapamayabilirim ama tereyağını bıçağın doğru yanıyla sürmenin sembolik bir mucize olduğunu bilirim.
Bazılarımız, sadece nefes almak için bile bir tiyatro sahnesi kurar iç dünyasında. Perde arkasında ağlar, sahnede gülümser. Normal gibi görünmek, en uzun süren rolümüzdür.
Ama bu da bir direniş. Her sabah kalkıp sahneye çıkan herkes, kendi çapında bir kahramandır. Bazen sadece “normal” olmak, hayatın ortasına dikilen en büyük pankarttır:
“Henüz devrilmedim.”
Ve belki de bu, yaşamanın en içten tanımıdır.
Saygılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder