Bazı sabahlar, göğsümün tam ortasında, sönmüş bir fırın var gibi uyanıyorum. İçinde ne ekmek var ne ateş. Yalnızca eski küller, konuşmayı unutmuş bir avuç kurum, ve duvara tutunmuş yarım kalmış bir ısı... Kendimi çevirip dinliyorum bazen. Kalbim hâlâ atıyor mu, yoksa sadece alışkanlıkla mı titriyor içimdeki duvarlar?
Zaman, tavandan sarkan bir örümcek gibi. Sessizce iniyor, ipini salıyor ve gözümden içeri düşüyor. Görüyorum: bir çocukluğun kırmızı bisikletini nasıl unutabildiğimi, yaz gecelerindeki limonata lekeli gülüşleri, balkonun kenarında annemin gelişini beklerken, her şeyi. Unutmak, bir tür ölümdür belki ama daha az dramatik olanı. Üzerine siyah değil, gri bir örtü serilen cinsten.
Fakat yine de, tam bütün her şeyin grileştiğini sandığımda, hayat garip bir şekilde bir menekşe bırakıyor önüme. Solgun, tek yapraklı, ama canlı. Balkonun köşesinden sarkmış bir fidede ya da yol kenarındaki taşların arasından inatla fışkırmış bir ottan bahsetmiyorum. Bu, içimde açan bir menekşe. Yanmış fırının içinde bir serinlik gibi. Küllerin içinden doğan mor bir sessizlik.
Bazen acı, bir öğretmen gibi konuşuyor. "Bak," diyor, "hala yürüyorsun." Ve ben yürüdükçe, ayaklarımın altındaki dünya hafifliyor sanki. Kalbim, taş değilmiş meğer; sadece biraz yorgunmuş. Yorulmak, vazgeçmek değildir. Bunu şimdi anlıyorum. Her gece aynı rüyayı görsem bile, sabah kalkıp yatağımı toplamak bir başkaldırıdır. Küçük ama kutsal.
Çünkü hayat, sadece büyük kahkahalarda değil, sessiz dirençlerde de saklıdır. En çok da gözyaşını silmeden önce aynaya bakmakta. Kendinle göz göze gelmekte. Ve her şeye rağmen “buradayım” diyebilmekte.
Ben buradayım. Sönmüş fırınım, örümcekli zamanım, unutulmuş bisikletim, ama içimde açan mor menekşemle.
Saygılar.
Işık sizinle olsun..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder