“Keşke bir trene binsek,” dedi. “Hangi istasyonda ineceğimizi bilmeden, rayların çıkardığı o ritmik ses eşliğinde uzaklara savrulsak. Sadece sen ve ben…”
"Peki," dedim içimden, “bu trenin biletini kim alacak? Yanımıza valiz almalı mıyız? Uyumak için koltuklar rahat mı? Bu tren hiç mi arıza yapmaz?” gibi saçma sorularla kafasını kurcalamak istemedim.
Trene binmekten pek hoşlandığım söylenemezdi, ama trene binmemeyi sevmiyorum da diyemezdim. Arada kalmıştım yine. Bir süre düşündüm. Söyleyecek daha az kırıcı bir kelime aradım. Sonra sadece “keşke” dedim.
Keşkeyi hep sevdim. Çünkü içinde yalan yoktur. Gerçek de değildir. Ama ikisinin arasında, rüya gibi bir yerde süzülür. Ne vaattir, ne yalan; ne susturur, ne konuşturur. Göz ucuyla gülümsediğinde bile taşıdığı anlam değişir.
Sonra birden dedim ki:
“Boşver treni. Gel şu istasyonun kıyısındaki çaycıda birer çay içelim, konuşmadan gelip geçen insanlara bakalım.”
Demez olaydım.
“Seninle hayal kurulmuyor,” dedi.
O an karar verdim. Artık sadece “keşke” diyecektim. Başka hiçbir şey değil.
“Ben gidiyorum,” dedi.
“Keşke,” dedim.
Kalsaydı, yine “keşke” derdim. Belki daha içten, belki daha sessiz.
Çünkü anladım ki insanlar, özellikle en sevdiklerimiz, hayallerini taşıyacak bir yol arkadaşı arıyorlar sadece.
“Çayı trende de içebiliriz” diyebilirdi. İçimi görebilseydi. Aklına gelmedi.
Gelseydi.
Keşke.
Saygılar.
Işık sizinle olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder